“Ayrımcılığın içerisinden kendi mücadelemizle, kendi sesimiz ve sözümüzle çıkacağız”

Kadın Hakları savuncusu ve İnsan Hakları Aktivisti avukat Oya Aydın, kadınların karşı karşıya oldukları ayrımcılıkları ve bu konularda ne yapabileceklerine dair sorularımızı yanıtladı. 

Oya Aydın’ın yanıtlarını, Neo Skola’nın Youtube kanalında izleyebilirsiniz. 

Başta İstanbul Sözleşmesi olmak üzere, Oya Aydın’ın yanıtlarını yazılı olarak aşağıda sunuyoruz. 

Oya Aydın / Avukat 

Çalışma hayatında hâlâ çok ciddi oranda kadın erkek eşitsizliği mevcut. Toplumsal cinsiyetten kaynaklanan, kadınlar aleyhine hem düzenlemeler hem de pratikte yasal düzenlemeleri ve hakları aşan, pratik negatif olumsuz geri dönüşler var.

Her şeyden önce istihdam açısından var. Kadın erkek istihdam oranlarına baktığımızda kadınların işgücüne katılımının hâlâ çok düşük olduğunu görürsünüz.

Bunun çok sayıda nedeni var. İşverenlerin tercihleri var, kadınların geleneksel roller içerisine hapsedilmesinin etkisi var. Ücret eşitsizliği nedeniyle evde kadının yoğun emek gerektiren çocuk bakımı, yaşlı bakımı, ailenin bakımı gibi işleri üstlenmesinin etkisi var. Kadınların işgücüne katılımı hâlâ beklenenin çok altında.

Kadınlar yüzde 42 daha düşük maaş alıyor

Türkiye’de kadınlar, çalışabilir kadın nüfusunun sadece yüzde 30 civarında bir oranıyla iş gücünde temsil ediliyorlar. Bununla birlikte özel sektörde piramidin üst tarafına doğru çıkıldığında kadın yönetici oranının, iş gücüne katılım oranına paralel olmayacak bir biçimde azaldığını biliyoruz. Yükselmelerde, atamalarda, kadınlara pozitif ayrımcılık yapılması bir yana eşit davranılmadığını gösteriyor veriler.

Kadınların bir başka dezavantajı, eşit işe eşit ücret meselesinin Türkiye açısından özellikle özel sektörde hâlâ beklenenin çok çok altında olması. Geçtiğimiz 5 yılda yapılan araştırmalara göre kadınlar hâlâ erkeklerden yüzde 42 oranında daha az ücret alıyorlar.

Ve bütün bunlar bir sarmala dönüşüyor. Daha az ücret, yükselme olanaklarının olmaması, zaten zor olan kadın istihdamının daha da gerilemesine neden oluyor.

İkinci olarak kadın istihdamını engelleyen, kadınların erkek çalışanlardan farklı olarak karşılaştığı büyük problemler var. Bunların başında tabii ki hayatın her alanda olduğu gibi işyerinde de kadına yönelik şiddet, mobbing, cinsel taciz vakalarındaki çok yüksek oranlar var. Bunlar hem kadınların çalışmasını, kadın istihdamını engelleyen bir olgu olarak algılanıyor, hem de maddi durumu iyi olan insanların özellikle kız çocuklarını, eşlerini, aile yakınlarını çalıştırmak istememesi için bahane oluşturuyor.

Çalışma yaşamında kadınların istihdamını güçlendirecek ve kadınları güçlendirecek rahatlatacak pek çok düzenleme kabul edildi.

Düzenleme var ama uygulama?

Türkiye ILO’nun Uluslararası Çalışma Örgütü’nün kabul ettiği birçok direktifi esasında kabul eden bir ülke. Yakın zamanda iş kanunu da değiştirdi. İş Kanunu’nda işverenlere, işçilere eşit davranma yükümlülüğü getirildi. Cinsel tacize karşı gerekli önlemlerin alınması yasa maddesine konuldu. Bunlar çok önemli gelişmeler fakat bunlar yasal düzeyde yapılan gelişmeler. Bir bakma biz bunlara Biçimsel Eşitlik Maddeleri diyoruz. Fakat bu biçimsel eşitliği hedefleyen ilkelerin yaşama geçirilmesi için bunların pratikte alt mekanizmalarının oluşturulması gerekiyor. Dolayısıyla eşit işe eşit ücret mekanizmasını ancak siz pratikte işverenleri denetleyerek bunun ilgili alt mekanizmaları ulusal düzeyde kurarak sağlayabilir, hayata geçirebilirsiniz.

Ne yazık ki yasal düzenlemelerin çok genel, ilkesel bazda kabul edilmesi, pratikte eşitlik hakkını kadınlara getirmiyor. Kadınlar hâlâ özellikle, özel sektörde erkeklerin çok gerisinde. Hem çok daha düşük ücretlerle çalıştırıyorlar hem de atanma, yükselme, önemli pozisyonlara getirilme konusunda çok dezavantajlılar. Bu da kadınların işgücüne katılımını engelleyen, bireysel olarak da onları değersiz kılmaya yönelik bir pratik.

Kreş meselesi çok önemli 

Bunun yanı sıra uygulamada karşılaştığımız en önemli problemlerden birisi kreş meselesi. Kreş meselesinin kadınlara özgü bir mesele olarak algılanması zaten sorunun başlı başına ne kadar trajik olduğunu gösteriyor. Bu sadece annelik meselesi gibi görülüyor. Kadın örgütleri, kadın mücadelesinin içerisinde yer alan kişiler kreş meselesiyle ilgileniyorlar. Be yazık ki Türkiye’de 0-2 yaş arası çocuklar açısından kreş oranı yüzde 1. Şimdi 0-2 yaş arasındaki çocuklara kim bakıyor? Kadınlar bakıyor. Bu kadınlar açısından yeniden işgücüne katılım, işgücünde, kariyerde, yükselme açısından oldukça negatif etki yaratıyor. Kadın istihdamını azalttığı gibi istihdamda olan kadınların kendi eşiti erkeklere göre çok daha alt pozisyonlarda, onlardan daha düşük ücretlerle çalışmasına neden oluyor.

Kadınların işgücüne katılımını engelleyen, bir başka problem işyerindeki cinsel taciz ve şiddet. Maalesef bu, sadece iş yerlerinde değil kadınların çok daha iyi biçimde temsil edilmesi gereken, onların haklarını korumakla yükümlü sendikalarda ve çalışma örgütlerinde de sık şekilde karşılaşılan bir gerçek.

Buna karşı da Türkiye’de ne yazık ki işyeri düzeyinde ve çalışma bakanlığı düzeyinde sendikalar düzeyinde yeterince örgütlü bu şiddete karşı kadınları koruyacak herhangi bir doğru işleyen bir çalışma mekanizması oluşturmuş değil.

Kamu sektöründe durum özel sektöre göre kısmen daha iyi. Çünkü kamu sektöründe kadın erkek arasında cinsiyete dayalı bir ücret ayrımcılığı yapılamaz. Kamu sektöründeki insanlar ücretlerini kadrolara göre alırlar. Fakat yükselme ve diğer ek avantajlar açısından baktığımızda kamu sektöründe de özellikle son 20 yılda muhafazakâr iktidarla birlikte önemli bir gerilemeye tanık oluyoruz.

Türkiye 20 yıl öncesine göre Türkiye kamu sektöründe, Genel Müdür pozisyonunda Daire Başkanı pozisyonunda Bakan pozisyonunda çok az kadına rastlanıyor. Bu da kadınların hâlâ güçlü kadın hareketine rağmen, bunca yıllık mücadeleye rağmen uluslararası gelişmelere ve yasal düzenlemelere rağmen, kadınların esas olarak evde muhafaza edilmesini öngören, bunu destekleyen bir siyasal iktidarla yol almanın ne kadar zor olduğunu gösteriyor. Maalesef çalışma yaşamı açısından kadınların Türkiye de hâlâ kat etmesi gereken çok ciddi bir yol var.

Pandemiyle 20 saatlik mesai

Uzaktan çalışmayla beraber kadınlar evlerde 20 saatlik bir mesai harcamak durumundalar ve bu kadın istihdamını azaltan etkisinin ötesinde aynı zamanda kadın çalışanların yükü çok ağırlaştıran bir mekanizmaya dönüştü. Toplumsal cinsiyet eşitliğinin tüm alt mekanizmalarıyla birlikte değiştirmeyi hedefleyen bir politika oluşturamazsak, bu tip kimi zaman olumlu gibi gösterilerek kabul edilen yasa değişikliklerinin tersine işlediğini ve kadınların hayatında daha fazla zorlaştırdığını görüyoruz.

Kadınların özellikle sendikaları üzerinden yasaların ve uluslararası sözleşmelerin kendilerine verdiği hakları pratiğe geçirmek üzere daha fazla çaba harcamalarının onların hayatını önemli ölçüde değiştireceğini, yasa üzerinde yazılı olan hakları pratiğe geçireceğine inanıyorum. Kadın hakları ve örgütler çevresinde kendi örgütlenmelerini kurarak yasanın kendilerine tanıdığı hakları hayata geçirmek üzere mücadele etmeleri, kimi zaman da Çalışma Bakanlığı’nın bir telefonla ulaşabileceğiniz şikâyet hatlarını kullanarak, sigortasız çalışmaya karşı, kreş hakkına karşı, cinsel tacize, mobbinge karşı işvereni isim bildirmeden şikâyet ederek iş yerinde incelemelerle bu yasada kendilerine biraz isteksizce verilen yasal haklarını çok daha pratik ve kullanılabilir hale getirebileceklerine inanıyoruz.

Okullaşma hayati önemde

Okullar Türkiye’deki kız çocuklarının hayata açılan tek kapısıdır. O nedenle ücretsiz, herkesi, özellikle kız çocuklarını kapsayan okullaşma, kız çocuklarının geleceği açısından, evlenme, şiddete maruz kalmamama, işgücüne katılım ve tüm haklar anlamında çok ciddi bir meseledir. Bunun öneminin yeterince anlaşılmadığı kanaatindeyim. Son 20 yılda tüm kampanyalara tüm çabalara rağmen istenilen hedefe ulaşılamamıştır. Burada hükümetin politikasının kız çocuklarının okullaşması açısından çok büyük dezavantajı olduğunu düşünüyorum. İki temel politika var son 20 yılda: Eğitimin dinselleştirilmesi ve eğitimin piyasalaştırılması.

‘Hangi çocuğumuzu özel okula göndereceğiz?’

Eğitim sistemindeki değişiklikler ve eğitim sisteminin meslek liselerine dönüştürülerek, dinselleştirilerek, uluslararası standartların çok altına düşmesiyle Türkiye’de çok ciddi bir eğitimin özelleştirilmesi ve piyasalaştırılmasına tanıklık ettik. Artık neredeyse çok az para kazanan aileler bile çocuklarını özel okullara gönderiyor. İşte eğitimin piyasalaşmasıyla birlikte, orada yeni bir eşitsizlik üretildi. Çocuklarının hangisini özel okula göndermesi gerektiğine karar veren aileler elbette Türkiye gibi bir toplumda çoğunlukla erkek çocuklarını özel okullara gönderiyorlar. Erkek çocukların özel okullara gidip daha iyi eğitim aldığı zaten avantajlı pozisyonda olan erkek çocuklarına kız çocukları asla karşılaştığında yarışta bir adım öne geçiriyor.

O yüzden okulların özelleşmesi ve dinselleşmesinin kız çocukları açısından eğitimde yeni handikaplara neden olduğu, klasik, geleneksel Türk aile yapısından kaynaklanan sorunlara bir de bu ikisinin eklenmesiyle birlikte kız çocuklarına önemli dezavantajlar getireceği kanaatindeyiz.

Bunun sonuçları bugün henüz çok çarpıcı biçimde görünmese de önümüzdeki 20 yılda bu sonuçları çok çarpıcı biçimde göreceğimizi düşünüyorum. Bu nedenle eğitimde kız çocuklarının, özellikle iyi eğitime katılma hakkının çok daha fazla önemsenmesi, okullaşmanın kız çocukları açısından özel olarak mercek altında olması ve bu konuda çok daha fazla çaba gösterilmesi gerektiği kanaatindeyim.

Nafaka meselesi: Gerçek olmayan bir iddia

Nafaka hakkının ortadan kaldırılması yönünde çok ciddi bir politik mücadele yürütülüyor. Fakat iddiaları gerçek değil. Türkiye’de nafaka hakkı denilen, “Bir kadını evlenmeye teşvik edecek ya da boşandıktan sonra hayatını idame ettirecek bir nafaka hakkı gerçekliği” kesinlikle söz konusu değil. Medeni kanunda kadın-erkek ayrımı yapılmaksızın, boşanan eşin nafaka hakkı vardır.

İki tür nafaka var. İştirak Nafakası ve Yoksulluk Nafakası.

İştirak Nafakası: Boşanma sonrası çocuğun bakımı için verilen nafaka.

Yoksulluk Nafakası: Boşanan eşin, boşanma nedeniyle hayatındaki maddi kayıpları kısmen de olsa karşılamak üzere maddi durumu daha iyi olan eş tarafından ödenen bir yardım.

Kadın-erkek arasında hiçbir farklılık yok. Erkek eşi için de nafakaya hükmedilebilir, kadın eş için de nafakaya hükmedilebilir. Kadınlar için getirilen bir hak değildir nafaka.

Nafakaların yüzde 80’in 500 lira civarında

Nafakanın süresiz, sınırsız ve kadınları boşanmaya teşvik edecek düzeyde olduğu iddiası gerçek dışıdır. Bu konudaki tartışmalardan sonra Diyarbakır Barosu çok önemli bir araştırmaya imza attı. 2000’in üzerinde boşanma davasına baktılar ve bu boşanma davalarının 327 tanesinde Yoksulluk Nafakası’na karar verilmiş. Bu 327 boşanmanın içerisinde sadece 3 dosyada 3000 TL’nin üzerinden nafakaya hükmedilmiş. Nafakaya hükmedilen bu az sayıdaki dosyanın yüzde 80’indeki nafaka oranı 1000 TL’nin altındaydı.

Türkiye’de verilen nafakaların yüzde 80’e yakını 500 lira civarındadır. Bir kadın, 500 liralık nafaka almak için evlenip, o evliliği yıkacak ve ondan sonra 500 lirayla iyi bir ihtimalle 1000 lirayla özgür bir hayat yaşayacak! İnanılır gibi olmayan, böyle bir yalanın hükümet tarafından kabul görmesi, muhafazakâr basının bunun arkasında yer alması, tamamıyla kadınları boşanmadan uzaklaştırmak için kurgulanmış bir harekettir.

Türkiye’de kadın hareketi çok güçlü. Nafaka hakkının kaybedilmesi söz konusu değildir. Çünkü nafaka, toplumsal adalet gereği, evliliğin sorumluluğunun bir devamı olarak, boşanan eşe ödenmesi gereken bir sorumluluk tazminatıdır. Bütün ilişkilerde, bütün sözleşmelerde, sözleşme bozulduktan sonra bir tazminat ödenir. Bu da evlilik sözleşmesinin bozulması nedeniyle ödenen, bir çeşit tazminattır.

Kaldı ki süresiz ve sınırsız nafaka iddiasının kendisi de yalandır. Yasada süresiz demekle birlikte, yeniden evlenen kadın, iş bulup çalışan kadın, ekonomik durumu, erkekle aynı, hatta yakın seviyede olan bir kadına, ya da erkeğe nafaka verilmez. Verilen nafaka koşullar değiştiği takdirde derhal mahkemeye başvurularak iptal edilebilir. Kaldı ki daha ağır kusurlu olan eş ne kadar yoksul olursa olsun nafakaya hükmedilmez.

Feminist hareket güçlendi, karşısındaki şiddet arttı

Yüz yıllık bir kadın hareketi deneyimi olan Türkiye’de, özellikle son 40 yılda feminist hareketin yükselmesiyle birlikte, hayatın her alanında giderek güçlenen, özgürlüğünün farkına varan kadınlara toplumun verdiği cevap daha fazla şiddet olmuştur. Biz Türkiye’deki bunca çabaya rağmen, bu kadar yasa değişikliğine rağmen, kadına yönelik şiddete karşı farkındalık çalışmalarının, sosyal medyanın, hatta görsel medyanın, ortak kadın hakları mücadelesi veren örgütlerle çalışmalarına rağmen, kadına yönelik şiddetin bu kadar ileri boyutta artarak sürmesinin arkasında şunu görüyoruz: Erkek egemen hegemonyanın bu savaşı kadın-erkek ilişkisi açısında kadınların tabiiyetini öngören, kadınları erkeklere bağımlı kılan ataerkil düzeni sürdürme konusunda bir inat var.

Türkiye açısından ise giderek özgürleşen kadın hareketiyle birlikte giderek haklarının bilincine varan kadınların karşılaştığı bir cevaptır daha fazla şiddet. Kadınlar artık kendilerini döven, kendilerine şiddet uygulayan erkeklerle bir arada yaşamak istemiyorlar.

Bundan 50 yıl öncesinde, evliliklerde yaşanan şiddet oranlarına baktığınızda ve boşanma oranlarına baktığınızda, annelerimizin, onların annelerinin yaşadıkları tüm olumsuz koşullara rağmen, dayak yedikleri, yaralandıkları, şiddete, ağır psikolojik ve fiziksel şiddete maruz kaldıkları halde, bundan şikâyet etmeyerek, evde oturmaya devam edip, erkeklere hizmet etmeye, kadınlık görevlerini kendilerince yüklenmeye ve idame ettirmeye çalıştıkları bir Türkiye’den; kadın hareketi sayesinde “Hayır. Ben, bana şiddet uygulayan bir erkekle aynı evde yaşamayacağım. Bana şiddet uygulayan bir babayla aynı evde yaşamak istemiyorum. Ben şiddeti kabul etmiyorum” diyen yeni bir kadın kuşağına uyandı Türkiye. Ve cevap şiddetin sertleşmesi oldu.

Kız çocukları, eşit haklara sahip olduklarının bilincinde

Dayak, fiziksel şiddet, psikolojik şiddet, yerini çok daha büyük boyutlardaki bir ayrımcılığa, çok soğukkanlı cinayetlere bıraktı. Şiddet giderek ağırlaşmaya devam etti. Bunun nedeni gerçekten de kadınların artık bir özgürlük savaşı içerisine girmeleri. Kadınlar şiddet içerisinde ikincil olarak tabii olarak yaşamayı artık kabul etmiyor. Kız çocukları, kendilerinin erkeklerle her konuda aynı haklara sahip olduğunu bilincindeler. Kendilerine hükümet ve toplum tarafından fırsat eşitliği sağlanması gerektiğini, toplumsal cinsiyet mağduriyetinin giderilmesi gerektiğinin bilincindeler. Dolayısıyla böyle bir bilince karşı daha fazla baskı ve daha fazla şiddetle gelmek, hükümete de muhafazakâr aileye de erkeklere de eninde sonunda kaybettirecektir. Çünkü şiddet, bütün bir yaşamı olumsuz etkileyen, dönerek çocukları bütün hayatı, bütün aileyi yok eden bir sarmala çekmektedir.

Çok ironik biçimde, ismini İstanbul’da imzalandığı için İstanbul’dan alan, kadına yönelik ekonomik, fiziksel, psikolojik şiddeti bir insan hakları ihlali olarak değerlendiren, dünyadaki ilk sözleşme olan İstanbul Sözleşmesi, bir Avrupa Konseyi Sözleşmesi olarak, taraf devletleri bağlayan, bu şiddete uğrayan kadınları korumayı, şiddeti önlemeyi görev yükleyen bir sözleşme olarak Türkiye’de imzaya açılan ilk imzacısının Türkiye olduğu bir sözleşme.

İstanbul Sözleşmesi’nin temeli Opuz Kararı

Ne yazık ki pandemide bir gece yarısı, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı tarafından geri çekilme bildirimiyle birlikte ortadan kaldırılmaya çalışıldı. Hükümet hedefinin, hedeflediği politikanın tam tersi bir sonuçla karşı karşıya kaldı. Türkiye’de kadınlar, İstanbul Sözleşmesi’nin daha fazla bilincine vardı. Bu bilinç, sözleşme yasal olarak çekilse de çekilmese de kadınların sahiplenmesiyle birlikte, ki hukuki mücadelemiz de sürüyor, İstanbul Sözleşmesi’yle ilgili, mutlaka bu topraklarda hayata geçecektir. Neden hayata geçecektir, özellikle de bu topraklarda? Çünkü İstanbul Sözleşmesi’nin arkasında Opuz Kararı vardır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin tarihinde ilk kez, bir kadını şiddete karşı korumayan bir devlet aleyhine verdiği ihlal kararı Opuz, Türkiye kararıdır.

Öldürüleceğini polise bildirdiği halde korunmayarak öldürülen bir kadının yakınları tarafından yapılan bu başvuruda kadına yönelik şiddette, devletin üzerine düşen yükümlülükler net bir biçimde görülmüş ve İstanbul Sözleşmesi oradan doğmuştur.

Bu topraklardaki kadınların acılarından doğan ve en fazla bu ülkenin kadınları tarafından sahip çıkılan bir sözleşmenin, bir erkeğin bir gece yarısı imzasıyla ortadan kaldırılması olanaksızdır. Çünkü bu ülkenin yüzde 50’sini oluşturan kadınlar, bu sözleşmeye sahip çıkıyorlar.

İstanbul Sözleşmesi her yerde konuşuluyor

Belki erkekler, belki anaakım medya farkında değil.

Ancak Türkiye’de kadınlar neredeyse her gün, hemen her kasabada toplanarak, bir araya gelerek, belediyelerde, evlerde, sokakta, sosyal medya platformlarında, İstanbul Sözleşmesi’ni geri kazanmanın, şiddete karşı mücadelenin, fiziksel şiddete karşı dayanışmanın yollarını birlikte arıyorlar.

Bu mücadele onlar görmeseler de sonunda kazanacaktır ve kadın aleyhine, kadına yönelik şiddete atılan her imza o imzanın sahibine de eninde sonunda kaybettirecektir.

Çünkü Türkiye’nin kadınlarının artık şiddete, ayrımcılığa zerre tahammülü kalmamıştır.

Geldiğimiz noktada kadın hareketinin katkısıyla, bilinciyle birlikte bütün kız çocukları, bütün kadınlar, en muhafazakâr mahallelerde, en küçük birimlerde, sosyal medya üzerinden hak örgütlerine ulaşmakta, kendilerine yapılan şiddeti dile getirmekte ve şiddet altında ikincil ve tabii biçimde yaşamayı ve reddetmektedir.

Dolayısıyla Türkiyeli erkekler, Türkiyeli hükümetler, Türkiyeli siyasi partiler bunu kabul etmek zorundadır.

Şiddet sarmalından nasıl kurtulunur?

Peki içinde bulunduğumuz şiddet ve ayrımcılık sarmalından nasıl kurtulacağız? Her şeyden önce bunu kabul etmeyeceğiz. Şiddeti ve ayrımcılığı kabul etmeyerek işe başlayacağız ve bunu birlikte dayanışarak yapacağız.

Dil, din, etnisite, muhafazakârlık, modernlik, köydeki kadın, kentteki kadın ayrımlarını bir tarafa bırakarak, şimdiye kadar yaptığımız gibi birbirimizle dayanışacağız. Kız kardeşlik hukukumuzla birlikte her türlü ayrımcılığa, şiddete karşı, tüm farklılıkları geride bırakarak birlikte mücadele edeceğiz. Ve en önemlisi şiddete karşı ses çıkaracağız. Şiddete maruz kalan kadın olarak mutlaka ses çıkaracağız.

Şiddetin ne olduğunun bilincine vararak, bize yapılan şiddetin ayırdına vararak psikolojik, ekonomik, fiziksel şiddete karşı sesimizi yükselteceğiz. Hukuki mekanizmalara gitmeden önce, gerekirse önce arkadaşımızla, ailedeki yakınlarımızla paylaşacağız. Sosyal medyayı kullanacağız, hukuksal yollara gitmekten korkmayıp çekinmeyeceğiz. Çünkü Türkiye’de kadın hareketinin çok büyük bir hukuksal kadın örgütü dayanışma ağı var. Bu ağ dünyada örneğine çok az rastlanabilecek, tamamen gönüllülük üzerinden kurulan bir ağdır. Şiddete maruz kalan, tacize, tecavüze uğrayan, evde ağır bir biçimde hapsedilen kadınların, sosyal medya ağları üzerinden, telefon hatları üzerinden ulaşacağı çok sayıda kadın hak savunucusu vardır.

Kendi sesimizle ayrımcılığı reddedeceğiz. Okulda, işyerinde, ailede, özel ilişkide, sevgilimize karşı, öğretmenimize karşı, okul arkadaşlarımıza karşı, anne babamıza karşı, eşimize karşı ve de bizim eşit haklar sahibi olduğumuzu kabul etmeyen, bizi evin içine kapatmaya çalışan hükümete, politikacılara karşı sesimizi yükselteceğiz.

Kendi sesimiz ve sözümüzle “Biz buradayız. Eşitiz. Biz özgürüz. Özgür bir dünyayı kadınlar olmadan kuramazsınız” diyeceğiz ve kadına yönelik şiddet sarmalının, kadına yönelik ayrımcılığın içerisinden kendi mücadelemizle, kendi sesimiz ve sözümüzle çıkacağız.

Total
0
Shares
Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Related Posts
Total
0
Share