Türkiye siyasî tarihinin ideolojik temelleri

Yazar ve araştırmacı Tanıl Bora, Neo Skola üyeleri için Türkiye siyasî tarihinin ideolojik temellerini derinlemesine inceleyen Türkiye’de Siyasal Düşünceler Tarihi başlıklı, kapsamlı bir eğitim hazırladı. 5 bölüme ayrılan eğitimde Erken Cumhuriyet Dönemi’nden günümüze; Kemalizm, Milliyetçilik, Türkçülük ve Ülkücülük, Komünizm ve Antikomünizm, İslâmcılık, Sol, Feminizm, Kürt Siyasal Hareketi, Liberalizm ve Tek Adam Rejimi gibi birçok başlıkta Türkiye siyasî tarihinin ideolojik temellerini inceleyebileceksiniz.

Neo Skola’daki her eğitimde, ilk bölüm ücretsiz.

Tanıl Bora’nın Türkiye’de Siyasal Düşünceler Tarihi eğitiminden tadımlık bir bölüm paylaşıyor, herkesi eğitime bekliyoruz.

EĞİTİM: Türkiye’de Siyasal Düşünceler Tarihi

ANLATAN: Tanıl Bora

Türkiye’de siyasi düşünceler tarihini, siyasi ideolojilerin gelişme seyrini anlatmaya çalışacağım. Siyasi tarih değil siyasi gelişmelerin tarihi değil, o gelişmeler etrafındaki ideolojik yönelimlerin, ideolojik tutumların ve siyasi düşüncelerin genel panoramik bir çerçevesi bu.

5 bölüm içinde anlatmaya çalışacağım bunu: 5 dönem ve 5 bölüm.

İlk olarak Erken Cumhuriyet olarak da tanımlayabileceğimiz 1923’ten 1946’ya kadar olan dönem, ikinci ders 1946’dan çok partili siyasi hayata geçilmesinden 27 Mayıs 1960 darbesine kadar olan 1946-1960 arası dönem, üçüncüsü 1960’tan 12 Eylül 1980 darbesine 1960-1980 dönemi, dördüncüsü 12 Eylül darbesinden Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidara geldiği 2002 seçimlerine kadar 1980-2002 dönemini kapsayan kısım. Son olarak 5’inci derste de 2002’den günümüze kadar olan dönemi ele almaya çalışacağım.

Erken Cumhuriyet döneminin zihniyet dünyasını siyasi iklimini anlamak için ‘Geç Osmanlı’dan devreden bazı unsurları hesaba katmak gerek. Çünkü bunlar sürüyor aslında. Öncelikle müthiş bir beka endişesi, devletin ayakta kalıp kalamayacağını, Müslüman toplumunun hayatını sürdürüp sürdüremeyeceğini, bir bağımsız devlet varlığını sürdürüp sürdüremeyeceğine dair müthiş bir endişe, bir var olma yok olma endişesi…

Osmanlı’nın son döneminden Birinci Dünya Savaşı ve sonrasına kadar süren endişe bu.

Belki aslında öncesinde modernleşmeye gecikmiş olmanın, sanayileşmeye gecikmiş olmanın uluslaşma ve ulus devlet inşasına gecikmiş olmanın getirdiği müthiş bir tür panik ya da bir alarm haletiruhiyesi diyebiliriz buna.

Yüzyılların açığını kapama çabası

Bir acelecilik, telafi edilmesi gereken yüzyılların açığını kapatmak için hızla halledilmesi gereken çok şey var hissi. Bütün aydınları yani sağdan sola, bütün ideolojik yelpazeyi kapsayan bir haletiruhiye unsuru olarak söz ediyorum. Bundan bir hakikaten çok şiddetli bir beka kaygısı ve onunla birleşik bir acilcilik, bir telafi acelesi diyelim buna, bir imparatorluğun güçlü ve işte kaç kıtada birden hüküm sürmüş bir imparatorluğun çökmüş olmasının getirdiği bir kayıp ve mağlubiyet duygusu var.

Ve bunu telafi etmek üzere devreye girmiş olan bir modern milli devlet, bir yeni ulus devlet inşa etme heyecanı var. Bu ikisinin karmaşık bir geriliminden söz edebiliriz.

Kimileri için hâlâ o imparatorluk kaybının bir melankolisi var daha muhafazakâr diyebileceğimiz kesimlerde ama sadece onlarla sınırlı değil. Kesinlikle buna karşılık da bir tür miladi bilinç diye tanımlayabileceğimiz yeni bir başlangıç, bir 0’dan yeni bir dünya, yeni bir hayat kurma ümidi ve iyimserliği var.

Yeni ulus devlet projesiyle özdeşleşmeye bağlı bu ikisi arasında gerçekten psikopolitik olarak, yani ruhsal ve politik olarak hassas bir denge olduğunu söyleyebiliriz. Yani bir büyük kayıp ve bir büyük yeni başlangıç ve ‘Erken Cumhuriyet’ dönemindeki birçok zamanda abartılı olduğunu rahatlıkla gözleyebileceğimiz hamaset, heyecan o kuruluş iddiası ve hamaseti bir ölçüde de bu bir imparatorluğu yitirmenin ve koca bir coğrafyadan Anadolu ve Trakya’ya sıkışmanın o mağlubiyet duygusunu aşma ve bunu geride bırakma… O sıkışmış ruh halini geride bırakma ihtiyacıyla da alakalı kuşkusuz. Benzer bir gerilim Batı’ya bakışta da var. Batıyla ilişkiyi tasavvur etme biçiminde de var.

Bununla ilgili çok etkileyici bir tasvir, Hasan Âli Yücel’in, daha sonra 1930’lar sonu ve 40’ların başında Cumhuriyet tarihinin en etkili Milli Eğitim Bakanı ve Kültür Bakanı olacak olan Hasan Âli’nin 1920’lerin başında yazdığı bir yazıda vardır bu tasvir, şöyle der İstiklal Harbi’ni Kurtuluş Savaşı’nı anlatırken: “Biz” der “Medeniyetin yani zamanımız medeniyetinin en yüksek temsilcileri olan Batılılar tarafından sınıfta döndürülmüştük, (o zaman sınıfta kalmaya, sınıfta döndürülmek deniyor) Batı bizi sınıfta bırakmıştı.” (Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki mağlubiyeti ve Sevr anlaşmasının koşullarının kastediyor).

“Fakat biz yılmadık çalıştık ve bu heyet bu mümeyyiz (yani uzmanlar öğretmenler) heyeti önünde kendimizi kanıtladık ve tam numara almayı başardık.” (Yani sınıfta bırakılmışken kendimizi kanıtlamayı ve sınıf geçmeyi başardık).

Batı’ya bakış: Hem yenelim hem kendimizi kabul ettirelim

Şu bakımdan etkileyici: Kafa tutulan, hatta işte gerek Birinci Dünya Savaşı, gerek sonrasındaki Sevr Anlaşması itibarıyla hasım durumunda, düşman durumunda olan olunan Batı’yı doğruya karar vermek konusunda yetkili bir heyet gibi tasavvur eden, yani onları hem yenmeyi ama hem de onlara kendini kabul ettirmeye birlikte içeren bir söylem. Bu bakımdan çok etkileyici, bu da yine sadece ‘Erken Cumhuriyet’ döneminde de değil ama ‘Erken Cumhuriyet’ dönemini bir kurucu dönem olarak düşündüğümüz için bunu burada konuşmamız anlamlı.

Batı’yla ilişkimizi bir hınç ve haset gerilimi olarak düşünmemizin uygun olacağını bize düşündüren bir tasvir bu. Yani batıya hem bir hınçla bakılıyor. Yani orada bir husumet var, algılanan bir husumet var ama bir yandan da Batı gücün merkezi, zamanımızda, çağımızda gücün kaynağını ne ise onu temsil eden bir merkez ve kendini Batı nezdinde kendini kabul ettirmek, Batı nezdinde kabul görmek, her ne kadar Batı’ya kuşkuyla bakılıyor olsa da vazgeçilmez bir duygulanımsal bir politik tutum gibi görünüyor.

Kuşkusuz homojen bir bakıştan söz etmiyorum ve Batı’ya daha canıgönülden olumlu bakan Batı’yla özdeşleşen ‘Batılılaşma’yı bir hedef olarak gören aydınlar da var. Çok daha kuşkuyla bakanlar da var ama toplamda bu hınç haset gerilimi dediğimiz tutumun kendisini gösterdiğini görebiliyoruz.

Güçten bahsedince bu dönemin siyasi iklimi, topluluk, zihniyet dünyası açısından ‘Sosyal Darwinizm’ denen düşüncenin etkisini de hiç göz ardı etmemeli. Yine Osmanlı’nın geç döneminden başlayarak, Darwin’in güçlü olanın hayatta kalacağı, doğanın tarihinin hayatta kalmayı başaran güçlü olana yaşama hakkı tanıyan dinamiğini toplumlara uyarlayan, insanlara uyarlayan, herhangi bir ahlâki prensipten başka bir erdem ya da yücelik anlayışından bağımsız olarak ne olursa olsun güçlü olmak gerektiğini bizzat bir değer olarak benimseyen bir bakış açısından söz ediyorum. Bu da Geç Osmanlı ve Erken Cumhuriyet aydınlarının hepsini etkileyen bir yaklaşım tarzı. Batı’ya bakışta ve bu bahsettiğim hınç haset geriliminde her zaman bunun da etkisini görebiliyoruz.

Batı’ya bakıştaki bu gerilimli durum, kendini Batı’dan daha Batılı olarak tasavvur eden bir tutumda da gösteriyor. Erken Cumhuriyet aydınları birçoklarında bunu görebiliriz. Bizzat Mustafa Kemal’in muasır medeniyet seviyesine erişmek ve onu geçmek düsturunda da görebiliriz.

Yani Batı’yı hem örnek alan hedef alan, yani kendine hedef olarak benimseyen ama hem de onun üstüne çıkacağını, ondan daha üstünü yapacağını bir milli gurur söylemi olarak ortaya koyan bir tutum bu.

Bunun güçlü bir ifadesini dönemin aydınlarından ‘Erken Cumhuriyet’ aydınlarından Burhan Belge’nin bazı yazılarında görürüz, der ki: “Kemalizm ya da Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş davası, Batı’ya ‘Ben artık ‘Garp’ım ve senden daha iyi bir ‘Garp’ım deme iddiasıdır.”

Yani Batı’ya Batı’dan daha Batılı olduğunu kanıtlama iddiası olduğunu söyler. Burada Batı’nın kendi iddia ettiği rasyonellik, aydınlanma, hümanizm gibi değerleri aslında samimiyetle temsil etmediği, samimiyetle onların altını doldurmadığı her zaman içinde kâh Hristiyan taassubundan kaynaklanan kâh emperyalist sömürüden kaynaklanan bir eksiklik bir zaaf olduğu iddiasıyla birleşir. Bu, yani Batı kendi işte hümanizma, laiklik, aydınlanma, rasyonalizm gibi değerlerini saf anlamıyla yerine getiremeyecek bu zaaflarla maluldür. İşte emperyalisttir, Hristiyan taassubundan tam kurtulamamıştır falan filan.

Yeni Türkiye. Erken Cumhuriyet’in kendine taktığı adlardan biri budur.

Yeni Türkiye odak kullanılır. Yeni Türkiye deyim yerindeyse kendi geçmişini tamamen üzerinden silkeleyip bir ideal bir başlangıç yapmış olmanın, sırtında bir yük taşımaksızın bir taze başlangıç yapmanın gücü ile Batı’nın ilkelerini, değerlerini daha pirüpak bir şekilde gerçekleştirecektir bu iddiaya göre. Bu anlamda Batı’dan daha Batılı olacaktır.

Bu tabii açıkça milliyetçi bir üstünlük duygusuyla da birleşir. Her şeyden önce bu bir Türk deneyimi olduğu için, yani Türkler tarafından yapıldığı için ve Türkleri burada, devamında konuşacağız zaten, Türkiye bir üstünlük atfeden tarihi ve üstünlük atfedildiği için Türk’ün aydınlanması, Türk’ün ulus devlet tecrübesi ister istemez daha üstün olacaktır, biraz naif bir şekilde özetlediğim ama kendisi de bundan daha az naif olmayan yaklaşım biçimine göre.

Batı’yı medeniyetin yüksek ve ideal seviyesi olarak gören ve hedefleyen ama bir yandan da Batı’nın kendi değerlerini tam anlamıyla gerçekleştiremeyen zaaflarla malul olduğunu düşünen bu yaklaşımın ilginç bir ifadesi de 30’ların sonu 40’ların başında dile getirilen Türk Hümanizmi söyleminde kendisini gösterir. Türk hümanizmi hem hümanizmin evrenselciliğini insaniyetçiliğini benimser ama bir yandan da Türk hümanizminin her şeyden önce Türk olduğu için hem de yine bu sıfır başlangıç avantajıyla, yani yüksüz geçmişten bir yük taşımaksızın ve hümanizmin bütün müktesebatın bütün kazanımlarını içselleştirip, onları taze bir şekilde yeniden üretiyor olmanın iddiasıyla daha üstün bir hümanizm olacağını düşünür.

Tanıl Bora’nın Türkiye’de Siyasal Düşünceler Tarihi eğitiminin devamını Neo Skola’da izleyebilirsiniz.

 

Total
0
Shares
Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Related Posts
Total
0
Share