-
Dil eğitimi rafa kalkar mı?
Eski Ahit, Tanrı’nın göklere uzanan büyük bir kulenin inşasına çok kızdığını yazar. Sümer topraklarından yükseldiği rivayet edilen meşhur Babil Kulesi’dir bu. Tanrı, insanların kendine erişme çabasına kızar ve ceza olarak insanların dillerini karıştırır; o zamana dek aynı dili konuşan insanlar, artık birbirlerini anlamamaya başlamıştır.
Bin yıllardır birbirimizin zihnine ulaşmaya çalışıyoruz. Okullara, kurslara gidiyoruz; dil öğreniyoruz. Bugün işimiz bir nebze daha kolay. Gerçek zamanlı yazılı ve sesli çeviri araçları henüz istenen ölçüde performans vermese ve yeterince yaygınlaşmasa da mevcut. İnternet ortamındaki yazılı çeviri programları müthiş isabetli çalışmaya başladı. Bariyerleri aşıyoruz.
Dahası, hemen herkes bir yabancı dili (bizde İngilizce) öyle veya böyle, örgün eğitimle, kursla, televizyonla, internetle, video oyunlarıyla halihazırda öğreniyor; konuşamasa da üç aşağı beş yukarı anlıyor ama yine de dilini geliştirmeye, daha iyi anlamaya, daha iyi konuşmaya çalışıyor. Daha az kişi de ikinci, üçüncü yabancı dilin peşinde koşuyor.
Ama bugün orta yerde yeni bir soru duruyor: Dil öğrenmek artık gereksiz mi? İlkini geliştirmeye; ikincisi, üçüncüsü için ekstra çabalamaya bundan böyle gerek yok mu? Onca zaman, emek, konsantrasyon ve para gerektiren dil eğitimi yerini başka ilgilere mi bırakmalı?
Bu soruya cevaben “Evet” de “Hayır” da diyen var. “Evet dil öğrenmek, en azından ikincisini öğrenmek artık gereksiz” diyenleri anlarım; çünkü bu iş zor ve uğraştırıcı.
Ama ben “Hayır, devam edelim”cileri dinleme taraftarıyım. Dil öğrenmenin insanlığı ileri götürdüğünü; yeni dillerin, zekâyı bilediğini, hatta inşa ettiğini söyleyenleri… Hem bugünün teknolojisiyle, dil öğrenmek de artık daha kolay ve daha ucuzken…
-
Bir lisan bir insan mı? Fazlası mı?
Önce temel faydalar… Şu kadarını konuşmaya dahi gerek yok; dil bilmek iş bulmaya ve eğitime yardım eder. Buradaki kasıt, bizim açımızdan öncelikle İngilizce ve dünyada piyasası yüksek diğer diller elbette (Yine de en temel uğraşımız olan İngilizce’de bile henüz pek bir yere gelemediğimizi not edelim).
Ama bu konuya iş güç kaygısı dışında da bakabiliriz. Üstelik yine pragmatik bir çerçeve içinde kalarak.
Dil öğrenmek esasında kafayı çalıştırıyor.
Problem çözme becerilerini arttırıyor; zorluklarla başa çıkmayı, sürprizlere reaksiyon vermeyi kolaylaştırıyor.
Ama bir başka faydası daha var: Sizi başka kültürlere, başka insanlara karşı daha makul, daha hoşgörülü bir insan yapıyor
Sadece bir lisan bir insan değil yani. Bir lisan; daha yetkin, daha kafalı, daha stabil, daha makul bir insan.
- Sesi, tempoyu, düşünce biçimini bilmek
Çerçeveyi genişletelim.
Dünya artık daha küçük. Ülkeler, sınırlar insanlara yetmiyor. Hele bu ekonomik koşullarla herkesin “dünya vatandaşı” olacak hali yok ama ister işte güçte ister sokakta bazı karşılaşmalar artık kaçınılmaz. Hiç kimse kendi kültürünün fanusu içinde değil artık.
Ama ister kapıyı çalan siz olun; ister sizin kapınız çalınsın; karşılaştığınız bu yeni kültürü sadece bir aracı dille, örneğin İngilizce’yle anlayabilir misiniz?
Bir kültürü gerçekten özümsemek için, dilini öğrenmek zorundasınız. Dilini, sesini, temposunu, düşünme biçimini… Dilbilimci John McWhorter anlatıyor:
“Bir kültürü içine gerçekten girebilmek, onun bir parçası olabilmek için, o kültürün dilini en azından belli bir dereceye kadar öğrenmeniz gerekir. Bunun başka bir yolu yok.”
- Merak kediyi konuşturur
Moral bulmak için sayılara bakalım. Çünkü sayılar, insanlığın dil konusunda hiç de fena bir yerde olmadığını gösteriyor.
Özgür Mumcu ve Eray Özer podcast’i ‘Yeni Haller’de geçtiğimiz mayıs ayında ‘poliglotlar’ üzerine bir bölüm yayımlandı.
Poliglot, en az beş dile hâkim kişilere verilen isim (Bu sayıyı dörde indiren de var altıya çıkaran da). İnsanların yüzde 1‘inin poliglot olduğu tahmin ediliyor. Podcast’ten öğrendiğimize göre, dünya nüfusunun yüzde 40‘ı tek bir dil konuşuyor. Ama iki dil konuşanların oranı daha fazla: Yüzde 43. Üç dil bilenler de az sayılmaz: Yüzde 13. Dört dil bilenler yüzde 3. Geriye kalanı da malum, poliglotlar: Yüzde 1.
Bu arada poliglotlar içinde de bir kesim var ki onlar çok fazla orana vurulmaya gelmiyor. 10’dan fazla dil bilen bu kişileri, yani hiperpoliglotları ancak pamuklara sarıp saklamak gerekiyor. Çünkü sadece Avrupa’da bile sayıları yirmi civarı.
Onlar da zaten birbirini biliyor.
Bunu nasıl yapıyorlar, saf genetik mi “hardcore” emek mi, bilim kesin sonuçlara ulaşmış değil. Bir şifreleri, herkese uygun bir sistemleri yok. Ama dile ilişkin bir sezgileri, sözcüklere yatkın bir dimağları var.
Poliglot olsun olmasın herkesle buluşabilecekleri ortak nokta ise şu: Merak.
- Dil öğrenmek, düşünmeyi öğrenmek demektir
Türkiye’de “yabancı dil öğrenme” konusunu en önemseyen kişilerin başında İlber Ortaylı geliyor. Kendisi de bir poliglot olan İlber Hoca, kendisiyle yaptığımız söyleşinin kitabı “İnsan Geleceğini Nasıl Kurar”da şunları söylemişti:
“Dil öğrenmek sadece derdini anlatacak sözcükler öğrenmekle açıklanacak bir faaliyet değildir. Dil düşünmek demektir. Farklı bir dili öğrenmek, düşünceyi geliştirir. Dile hâkimiyet arttıkça düşünme kapasitesi de artar. (…) Bir çocuk dil öğrenmeye başladığında sadece kelime ya da cümle öğrenmez; bir düşünme formu öğrenir, kendi içinde bir yapı kurar. O yapı insana bir zenginlik katar, yeni yetenekler getirir ve yetenekler insanı değiştirir. Dili kullanmazsanız unutmaya başlarsınız. Unuttuğunuz da sadece kelime ya da cümle olmaz. İşte o yap, o zenginlik, o yetenek ortadan kalkar. Anadil için de böyledir, hatta en çok onun için geçerlidir; insan en çok anadilini unuttuğunda insanlık vasfını yitirir.”
-
Dil öğrenmek için bir ‘deadline’ var mı?
Ortaylı’nın ‘hocası’ Halil İnalcık da dil konusunda iddialıydı.
Türkiye’deki “tarihçilerin kutbu” İnalcık Hoca, tıpkı öğrencisi İlber Ortaylı gibi bir ‘poliglot’tu. Fransızca, İngilizce, Almanca, Arapça, Farsça’ya hâkimdi.
Ama bizler açısından esas ilham verici olan, İnalcık’ın kırklı yaşlarının sonunda, bildiği onca dil yetmezmiş gibi tutup bir de İtalyanca öğrenmesiydi. Çünkü tarihi kaynakları orijinal dilinde okuması gerektiğine inanıyordu. O kadar ki, öğrencisi Ortaylı’yı “Fransızca, İtalyanca bilmeyen tarihçi olamaz” diyerek adeta haşlamıştı.
Dil öğrenmek için geç bir vakit var mıdır sahi?
Bir arkadaşım, gazeteci Burak Kuru şöyle demişti: Halil İnalcık, ellilerinin sonunda İtalyanca öğrendi; öldüğünde 100’ü devirmişti ve zihni de pırıl pırıl pırıldı.
Bu ne anlama geliyor? Büyük tarihçi, kırk yılı aşkın bir süre, “geç” öğrendiği İtalyanca’yı bilerek yaşadı.
- Bizi aydınlatan o taş
Tarihçiden bahsetmişken, tarihten de bahsedelim.
Dil, medeniyeti yarattı. Sonra o medeniyet çatallandı; farklı yerlere ulaştı. Ama biz bugünden geriye dönüp baktığımızda, çatallanan tüm yolların sonunu, vardıkları nihai noktaları göremiyoruz.
Uzak adalarda, dağlarda, çöllerde, ormanlarda yitip giden dillerin çoğunun bir kelimesini dahi duymadık. Yazıları yok, belgeleri yok; kayda geçmediler. Kayda geçse de artık yaşamayanlar var.
Bugün insanlık mirasının çok azına hâkimiz. Bildiklerimiz, yaşadıklarımız yanında devede kulak sayılır.
Eski Dünya’nın orta yerinde, bugün en bildik, en tanıdık saydığımız bir medeniyetin hafızasına bile neredeyse ulaşamayacaktık. Mısır medeniyetine… Koca Mısır, bir ömrün tecrübesini kimselere aktaramadan göçüp giden insanlar gibi karanlığa düşecekti.
Bir tane taş, bir de “inanmış bir iki insan” olmasaydı hiyeroglifle kaydedilmiş Mısır medeniyeti bizim için boş küme olacaktı.
Bu işi Reşid Taşı çözdü. Ya da tüm dünyada bilindiği adıyla Rosetta Stone.
Mısır’da kale yapımı sırasında bulunan taş, geçmişten geleceğe yollanan bir hediye gibiydi. Zorlu, uğraştırıcı bir puzzle’dı ama nihayetinde zarif ve düşünceli hediyeydi. Üç yüzlü taşa tek bir metin üç ayrı dilde kazınmıştı. Mısır’da halkın kullandığı Demotik, Antik Yunanca ve hiyeroglif.
İş inanmış adamlara kalmıştı. Önce İngiliz Thomas Young, sonra Fransız dahi Jean – François Champollion bu taşın üzerinden hiyerogliflere girdiler; Antik Mısır’ın kapısını araladılar. Sonrası tarih…
Dilin yazısını bilmesek koca bir medeniyete aval aval bakacaktık. İnsanı geçelim, insanlığın yabancı dil öğrenmesi de işte böyle bir kazanım.
- Üç kitap – üç keşif
Yazı boyunca anlatmaya çalıştım, dil öğrenmek hiçbir şey yapmasa, neticede insana derinlik katıyor. Bir de dil üzerine okumak var. O da işin bonusu.
Dil meselesi bağrından büyük bilginler çıkardı. Örneğin daha çok siyasi aktivizmiyle tanıdığımız Noam Chomsky esasen bir dilbilimcidir. Türkiye’nin gördüğü en büyük âlimlerden Andreas Tietze bir dilbilimci ve Türkolog’tur. Sonra dil üzerine yazan filozoflar, toplumbilimciler, psikologlar… Dünyanın en verimli, en karmaşık, üzerine konuşması belki en zevkli alanı.
Bu zevki ileriye taşımak isteyenler için üç kitap önerim var.
İlk defa 1994’te yayımlanan bu kitap artık bir klasik. Dil meselesinin 101’i. İlk defa bu kitapta, dil, “herkesin anlayabileceği bir dille” yazıldı. “Doğamızın İyilik Melekleri”, “Düşüncenin Maddesi” gibi başka büyük kitaplar de kaleme almış olan Pinker, bu kitapta -her dilbilimcinin üzerinde uzlaşmadığı- bir konuya giriyor; insanlığın evrim sırasında bir tür dil içgüdüsü geliştirdiğini öne sürüp, bu büyük hikâyeyi tane tane anlatıyor. Bunu okurken, dilin nasıl işlediği hakkında da ciddi bir fikir sahibi oluyorsunuz.
Müthiş zevkli bir çaba. Amerikan dilbilimci Arika Okrent’in kitabı icat edilmiş dillerin dünyasında ve bu dilleri konuşanların arasında dolaşıyor. Avatar dili var, Klingonca diplomasını nasıl ve nereden alacağınız var, dünyanın en “umutlu” dili Esperanto’ya gönül verenleri bir araya getiren kongreler de var. Daha ne olsun. Dilimize de çevrilmesini umarım.
İsrailli dilbilimci Deutscher, kitabın adından da anlaşılacağı gibi, farklı dilleri konuşanların dünyaya farklı gözlüklerle bakıp bakmadığını, hayatı farklı algılayıp algılamadığını inceliyor. Bir sözcük bir dilde yoksa, o sözcüğün anlattıkları da o kültürde yok mudur? Zaman, renkler, yönler… Kolay cevaplardan kaçarak, Antik Yunan’dan Amazon insanlarına renkli bir yelpaze açan bir kitap bu. Yokların nasıl telafi edildiğini, bazı sözcüklerin, bazı dillerin insanın içine nasıl da bir pusula yerleştirdiğini tarif eden bir kitap.