Nisan açan çiçeklerin, gelen baharın umudunun ayıdır. Aylar arasında bir kıyaslama yapmaya kalkışsak ve birkaç yüz kişiye en sevdikleri ayları sorsak, nisan ve mayıs -elbette eylül ayının ardından- sevilen aylar sıralamasında yerlerini açık arayla alırlar.
Nisan kelimesinin kökeni, Akatça “birinci ay, turfanda, taze mahsul” anlamına gelen nisannu kelimesine dayanıyor. İngilizcesi April ise, Latince “açılmak” anlamına gelen aperire fiilinden geliyor. Soğuk ve uzun süren kışın ardından gelen nisan ayı, kiraz ağaçlarına açtırdığı çiçekleri, tezgâha düşürdüğü ilkbahar habercisi meyvesi sebzesiyle, adıyla anılan yağmurları ve elbette gönüllerin yaylarını gevşetip her bahar âşık etmesiyle düpedüz umutlu bir aydır, aslında.
100 yıl sonra yine zalimliğini gösterdi
2020’nin mart ayında girdiğimiz evlerimizde, o yıl nisanı çiçeklerle değil, çamaşır suyu, dezenfektan, maske, makarna, un ve ekmek tarifleriyle karşıladık. Nisan ilk defa neşesizdi. Bundan tam 100 yıl önce, T.S. Eliot, “Çorak Ülke” şiirine “Nisan ayların en zalimidir” diye başlıyordu. Eliot bu satırları yazdığı sırada, iki yıl süren ve 50 milyon insanın hayatını kaybetmesine neden olan İspanyol Gribi yüzünden karantinadaydı. Dünyanın farklı ülkelerinde farklı insanlar, Eliot’ın bu dizelerini iki yıl iki nisan gelişinde tekrar etti. Tesadüf bu ya, 100 yıl sonra biz de karantinadaydık.
Geçen yıl yaptığımı düşündüğüm turşuyu yerken, aslında o turşuyu iki yıl önce yaptığımı fark ettim. Sevdiğim bir arkadaşım doğum gününde yaptığı konuşmada, “Bugün 37 yaşındayım, daha geçen gün 35 yaşındaydım” dedi.
Şimdi yeni bir nisan ayı geldi, yarıladık bile. Bu ay nisan ayının gelişini belki de en çok hissettiğimiz ay oldu, bu sefer de her şeyin zamlandığı günlere denk geldik, o yüzdendir ki yine evde oturuyoruz. Ancak geriye dönüp baktığımızda, bu iki yılı çoğumuz hatırlamıyoruz.
Bir süredir, etrafımdaki pek çok insandan benzer sözler duyuyorum: “Bu son iki yılı hatırlamıyorum, bugün günlerden ne, bilmiyorum.” Pek çoğumuz bu deneyimi tek başına yaşadığını düşünüyor. Halbuki pandeminin zaman algısına etkisiyle ilgili yapılan birden fazla araştırma, bu konuda yalnız olmadığımızı gösteriyor. Gelin zamanla ilişkimize biraz daha yakından bakalım.
Bugüne dek zaman algısı konusunda okuduğum en ilham verici kitap olan Hissedilen Zaman’ın yazarı Marc Wittmann, hepimiz için zamanın geçme hızının farklı olduğunu anlatır. Bilirsiniz, çok sıkıldığınızda kollarınızdaki tüylerin arasından geçermiş gibi gelir insana saniyeler, her anını hissedersiniz. Çok eğlendiğiniz bir akşam ise saate baktığınızda birkaç saatin nasıl geçtiğini anlamazsınız bile.
Zamanı hepimiz farklı şekillerde algılıyoruz. Bazı durumlarda ise hepimiz için durum aynı. Mesela yaşlanınca zamanın daha hızlı geçtiğini düşünüyoruz. Çünkü duygularımız zamanı algılamamızla doğrudan ilişkili. Korkutucu durumlarda, zamanı yavaş çekimde algılıyor, sıkıldığımız anlarda zamanın geçmediğini düşünüyor, eğlendiğimiz anlarda zamanın nasıl aktığını fark etmiyoruz.
İnsanların zamanın geçişini nasıl algıladığını anlamak için bugüne dek çok sayıda test yapılmış. Denekleri güneşin doğup battığını göremeyecekleri mağara ve sığınaklara bile kapamışlar. Doğal olarak zaman algıları bozulmuş. Kaza gibi anlarda hepimiz zamanın çok yavaş geçtiğini düşünüyoruz. Mesela çocukların zaman algısıyla yetişkinlerinki aynı değil. Uzun yolculuklarda arka koltuktan “Geldik mi” diye bağırmalarının nedeni, henüz zaman algılarının tam olarak gelişmemesi. Ancak 8 yaşından sonra yetişkinlere yaklaşıyorlar. Yetişkinlerin durumu da pek parlak değil hani. Zaman yetişkinler için daha hızlı geçiyor. Farklı ülkelerde iki binden fazla yetişkinle yapılan araştırmada yaş ne kadar büyük olursa, zaman algısının o kadar hızlı olduğu bulunmuş. Çünkü yaşlandıkça hayatımızda rutinler çoğalıyor. Yeni bir şey yapmıyor, yeni bir şey denemiyor, tecrübe etmiyoruz. Eskiden yeni olan şeyler rutinlerimize dönüşüyor. Bu yüzden yaşlılıkta zaman gerçekten uçuyor gibi geliyor.
Beynimiz, zamanın geçtiğini, hatırlamaya değer anılarla anlıyor. Bu geçen iki yılı su gibi akıp geçmiş ve bize hiçbir anı bırakmamış gibi hissetmemizin nedeni, güzel anılar, hatırlamaya değer günler yaşatmamış olması. Her gün temelde aynı şeyleri yaptığımız için, beynimiz hatırlamak için zahmet etmiyor. Bellek ve zaman algısı birbirine bağlı olduğu için, yani yeni hatıralar biriktiremediğimiz için, beynimiz o kadar da zaman geçmedi zannediyor. Çünkü hayatta ne kadar çok rutin olursa, deneyimlerin duygusal yoğunluğu o kadar azalıyor. Bunun sonucunda da zihin bunları yeterince net kaydedemiyor. Geri dönüp baktığımızda, hatırlayacak bir şey bulamadığımız için o iki yılda zaman uçmuş gibi hissediyoruz.
İki doğum günü kutladık, iki yeni yıla girdik aslında, fakat iki yıl daha yaşlandığımızı anlayan sadece saçlarımızdaki beyazlar oldu.
‘Vakit bir türlü geçmezken, yıllar hayatlar geçiyor’
Gün içinde veya o anda zaman çok yavaş geçiyor gibi hissediyoruz ama geriye baktığımızda dikkate değer bir şey bulamıyoruz, bu da beynimizin zamanı çok daha hızlı geçmiş gibi algılamasına neden oluyor. Çünkü bir anının içinde ne kadar çok duygu varsa, zaman algısı o kadar uzun. Hayatımızda hatırladığımız olaylar, bağlantılandırdığımız duygulara bağlı. O yüzden tatilde geçen bir hafta sonu evde geçen bir hafta sonundan uzun gibi geliyor.
Wittmann bu konuda şöyle diyor: “Pek de bir şey olmadan geçen günlere ve haftalara geri dönüp baktığımızda hafızamızda çoğu günün yer etmediğini ve o zamanın çok hızlı geçtiğini düşünüyoruz. Yeni deneyimler edinmeden geçen günlerin birbirinden farkı yok. Zamanın biçimi, bizim algımızda bükülüp, bozulabiliyor.”
O yürürken pat diye karşınıza çıkan arkadaşınızla oturduğunuz masaya gelenlerle bereketlenen o sofra, gittiğiniz bir tiyatro oyunundaki aklınızdan çıkmayan kelimeler, bir konserde tam aklınızdan geçen şarkının çaldığı an, bir soluklanmak için oturduğunuz kahvecide yediğiniz tiramisunun lezzeti, yani kısacası iki nisan arası kaçırdığımız her şey, zaman algımızla oynadı. Bir pazarı salıdan ayırmakta zorlanmaya başladık. Bir gün önce ne yediğimizi bile anımsayamadık.
Liverpool John Moores Üniversitesi’nden deneysel psikolog Ruth Ogden, zaman algımızın bozulmasını şöyle açıklıyor: “Normalde istediğimiz hatıralar yerine, yeni bir sosyal yapı ve yaşam tarzı inşa etmek zorunda kaldık ve bu kolay olmadı.”
Birkaç haftada biter diye düşündüğümüz salgın, iki yıl sürdü (ki hâlâ “bitti” diyemiyor olmamız ne acı). 6 milyondan fazla insan öldü. Ölüm sayıları önümüzden akarken, neredeyse sıradanlaştı. Halbuki yaşadığımız stres kesinlikle gerçek.
Marc Wittmann, Psikolojide ve Akıl Sağlığında Sınır Bölgeleri Enstitüsü’nde araştırmacı. Uzmanlık alanı zaman algısı. Geçen yıl bu zamanlarda kendisine bir mail atmış ve zamandaki kayma hissi hakkında ne düşündüğünü sormuştum. Birkaç makale gönderdikten sonra, kendisinin de bu konu üzerine çalıştığını eklemişti. Bahsettiği araştırmaya bu yazı için makale okurken denk geldim.
Pandeminin zaman algısına etkisiyle ilgili araştırmada 144 Uruguaylı üniversite öğrencisine işe, derslere odaklanma, stres seviyesi, sıkılma oranları, zamanı algılama şekilleriyle ilgili sorular yöneltilmiş. Stresin, zamanın geçme hızını, sıkılma hissi ve zamanı şaşırmayı etkilediği de anlaşılmış. Katılımcıların yüzde 60’ı haftanın hangi gününde olduğunu daha sık unuttuğunu, yüzde 55’i zamanın daha hızlı geçtiğini söylemiş. Pandemi, zamanın deneyimlere nasıl da sıkı sıkıya bağlı olduğunun altını çizdiğinden beri bu konuda araştırmalar da artıyor. Zamanın nörobiyolojisi, muhtemelen hepimizin ilgileneceği meselelerden biri olacak.
Yeni işlere girdi insanlar, bir tek iş arkadaşını tanımadan çalışmaya devam ettiler, bilgisayara karşı sekiz kişiye konuşmaya hepimiz alıştık, öğrenciler mezun oldu, arkadaşlarını, öğretmenlerini görmeden, kazandığı üniversitenin kampüsüne adım atmadı bazıları hatta. Şimdi bazı şirketler bir daha hiç ofise gitmemeyi, kimileri hibrit yapıları konuşuyor.
“Sürekli normale dönmekle ilgili konuşuluyor ama içinde bulunduğumuz dönemde girdiğimiz döngüler de yeni normalimiz oldu bile” diyen Manchester Üniversitesi’ndeki Zaman Algısı Laboratuarı Direktörü Luke Jones, kendisinin de zamanın bize oynadığı oyunlardan mustarip olduğunu anlatıyor. Geçen yılın sonunda sokakta yürürken bir konser ilanı görüyor ve kendi kendine, “Bir yıl sonraki konserin neden duyurusunu yapıyorlar” diye soruyor. “Kim 2022’deki bir konsere bilet alır ki” diyor. 2022’ye sadece birkaç hafta olduğunu sonradan hatırlıyor ve zihninin geçmişte sıkıştığını fark ediyor. Normalleşme konusunda ise şöyle diyor: “Pek çok insan hayatından iki yıl kaybetmiş gibi hissediyor ya da bu iki yılın bir yıl gibi hissettirdiğini söylüyor. Bir noktada, işler gerçekten normale dönecek. Bir yılı bir yıl gibi yaşadığımızda zaman algımız da düzelecek.”
Wittmann ise geçen yıl şöyle diyordu: “Bu süre içinde daha çok anı depolamak daha uzun bir zamanın geçtiği hissini yaratacaktır. Hayatın daha yavaş ve daha dolu geçtiğini hissetmek için, yeni deneyimler yaşayacak yeni durumlar icat etmemiz gerekiyor. Renkli bir hayat aynı zamanda uzun bir hayattır.”
İyi yaşamak diye bir şey var
Yine de iyi yaşamak diye bir şey var. Hem de bu pandemiden de bağımsız. Hani hayatın dibini ekmekle sıyıranlar vardır ya, işte onların zaman algısına hiçbir surette zeval gelmediğinden eminim. Hayatın içinde koşturmakla geçince zaman, elbette hissedilmiyor. Bu nisanda kendimize bir söz verelim. Koşmama sözü, durup yaşadığımız sokağa bakmak, kafamızı kaldırmak, güneşin battığı anlarda karşıdaki camların rengini fark etmek, açan kiraz ağacının çiçeklerini görmeden geçmemek. Her gün yeni bir şey öğrenmek, yeni bir şey yemek, bir ülkeye gidemiyorsak, mutfaklarındaki yemekleri, kültürlerini keşfetmeye çalışmak. Her sabah camdan bakmak. Baharı kutlamak, baharın güzel otlarının tadına bakmak. Ve tabii haliniz vaktiniz yerindeyse, âşık olmak.