Uğur Gürses / Ekonomi Yazarı
2017 yılının Kurban Bayramı tatili bir-iki günlük bir ara izinle 9 güne çıkabilen, uzun süreli ‘kaçış’ için ideal bir dilimdi. Ama asıl en önemlisi, yakın ülkelere, özellikle de Yunanistan adalarına yol almak için döviz kurunun o günlerde, yerleşik beyaz yakalı tatilcilere iyi bir bütçe rahatlığı sağlıyor olmasıydı.
2017 Eylül ayındaki gazetelerde yer alan haberlerde, “Muğla, İzmir, Balıkesir ve Aydın’dan Yunanistan’a ait Midilli, İstanköy, Sakız, Sisam ve Rodos adalarına tatile giden Türk tatilcilerin sayısının eylül ayı ortası itibariyle 1 milyonu aştığı” yer alıyordu. Rekora aday 2017’de, 2015 yılındaki 1 milyon 150 binlik rekorun geçilmesi bekleniyordu. Yaklaşık 8 milyonluk bir yurtdışı ziyaretçisi olan ülke için hatırı sayılır bir ‘komşu ziyareti’ydi bu sayılar.
Bu haberlere geriye dönüp bakınca, bugünkü satın alma gücümüzün ne kadar gerilemiş olduğunu anlıyoruz. Satın alma gücünün bir göstergesi hem ülkelerdeki fiyat seviyesi hem de gelir seviyesidir. Her ikisinde de ulusal paraların değerindeki değişim penceresinden bakıldığında satın alma gücüne geliriz.
Daha basit haliyle, 2017 Eylül’ünde dolar kurunun 3,5 TL, Euro kurunun 4 TL olduğunu anımsarsak; kurlarda 4 yılda kabaca 4 kata yakın (yüzde 288) artış olduğunu, içeride fiyat seviyesinin de 2,1 kat arttığını (yüzde 118) hesaplıyoruz. Yunanistan’da fiyatlar genel seviyesinin pek değişmediği hesaba katılırsa gelirleri enflasyon kadar artmış bile olsa, artık ‘komşu ziyaretinin’ Türkiye’deki yerleşikler için oldukça pahalı hale geldiğini görüyoruz.
Peki ne oldu bize?
2017 sonrasında hem ‘rejim’ değişikliği hem de uygulanan ekonomi politikalarıyla ödemeler dengesi sorunları yaşanmaya başladı. Türkiye’ye sermaye girişleri zayıflarken, döviz rezervi kayıpları ortaya çıktı. Güven kaybı ve enflasyondaki yükseliş de yurtiçi yerleşikleri TL’den kaçışa, döviz ve altına yönelişe sevk etti.
Tüm bu gelişmelere karşın, hükümetin krizi ve ekonomi politikalarını idare etme biçimi, içine düşülen krizi küçültmeye değil, tersine krizi büyütmeye ve derinleştirmeye başladı. Enflasyon yükselirken, TL’den kaçış yaşanırken, üstüne üstlük faiz indirimleri ve piyasaya bol TL süren kredi genişlemesine ağırlık verildi. Bu da ‘kriz spiralini’ büyüttü. TL faizini yükseltmek yerine düşürmek ya da düşük tutmak tercih edilince ortaya çıkan kur artışı döviz satışıyla bastırılmaya çalışıldı. Rezerv eridikçe ‘varmış gibi’ göstermek için çeşitli ülkelerden swap anlaşmaları için ricacı olundu.
Tek başına ekonomi değil, siyasi uygulamalar ve hukuktan uzaklaşma ekonomik birimler üzerinde güven azaltıcı bir unsur oldu.
2022’ye nasıl girdik?
Eylül sonunda ‘faizi düşürerek enflasyon düşürme’ iddiası hayata geçirilmeye başladı. Buna gerekçe olarak da ihracat artışının bu yeni modelin ana hedefi olduğu, bugün kurun yükselmesinin ortaya çıkaracağı bedelin sineye çekilmesi gerektiği savunuluyordu.
‘Bu bedelin’ öyle hafife alındığı gibi olmadığı, kur dolarda 18 TL seviyesine kadar vurduğunda anlaşıldı. Faiz indirimleri Eylül-Aralık döneminde 5 puanı bulurken, aralık ayında bu ‘yangını’ söndürmek için Merkez Bankası’nın 20 milyar dolara yakın rezerv erittiğine tanık oluyoruz.
Bu yangının asıl kurbanı hane halkı oldu. Enflasyon, TÜİK tarafından kira gibi kimi kalemlerde eksik ölçümlerine karşın aralık ayında yıllık yüzde 36’ya vurdu. Merkez Bankası’nın Ocak Enflasyon Raporu’nda çizdiği enflasyon tahmin patikasında ise haziran ayına kadar yüzde 45-50 aralığında bir enflasyon öngörülüyor.
Toplumun en düşük gelirli kesimi asgari ücretlilerken, bu kesime yaklaşık 8 milyonluk bir kayıtsız çalışan kesim eşlik ediyor.
Refah kaybına razı mısınız?
Gelirleri resmi enflasyon kadar artabilen kesimler bir tarafa, kayıt dışı çalışanlar dahil diğer gelir gruplarının yıllık gelir artışlarının enflasyona karşı kendilerini koruyup koruyamadığı bir soru işareti. Kurumsallaşmış şirketler dışında ücret artışlarının reel bir erozyon içermiş olması güçlü olasılık.
Orta sınıf son birkaç yıl içinde, hatta bu yıl daha da güçlü biçimde, alt gelir grubuna doğru kayıyor. İthal ürün satın alma, yurtdışında tatil yapma artık daha fazla biçimde orta sınıfın ‘görüş alanından’ uzaklaşmış durumda.
Bugün uygulamaya konan faizi düşük tutma politikası devam ettikçe, ‘önemsizleştiği’ vurgulanan Merkez Bankası politika faizi yüzde 14’te tutuldukça enflasyonist döngünün güçlenmesi ve ilerleyen zaman içinde yeni patikaya çıkması kaçınılmaz.
Zira ekonominin rotasını belirleyen Hazine ve Maliye Bakanı da bunu teyit ediyor; Merkez Bankası faiz arttırmayacak, enflasyon ise yüzde 30’un altına düşmeyecek.
Reel olarak negatif faiz öneren bir ekonomi politikası bizatihi hane halkının daha da yoksullaşmasına, orta sınıfın hayallerine bir süre veda etmesine yol açacak.
Doğrusu, Türkiye’nin ekonomi tarihinde, böyle pahalı ve riskli bir ‘deneye’ hiç girişilmemişti. Bu hepimiz için bir tür, ‘ağır çekimde tren kazasına içinde bulunarak tanık olma’ deneyimi.
İyimser tarafta tek tutunabileceğimiz dal ise toplumun böyle bir deneye razı gelmeyeceği yönündeki beklentim. Bu yüzden bunun çok uzun bir zaman sürdürülemeyeceğini düşünüyorum.