Kış geldiğinde domates, patlıcanın olmadığı döneme yetişecek kadar yaşım var. Ekolojik ayak izi de aynı şekilde! Bir meyvenin mevsiminin gelmesini beklemeyi, pazarda ilk karşılaştığım anı her şeyden çok severim. Gıdayla kurduğumuz ilişki, biraz dünyayla kurduğumuz ilişkiye benziyor. Merak ediyor muyuz? Davranışlarımızla neleri değiştirdiğimizin farkında mıyız?
İnsanın iklim krizinin gerçekliğini kabul etmesi çok yeni. Hep bir tehlikeden söz ediliyordu ama sonun bu kadar yakın olduğunun farkında değildik. Ta ki, dünyanın yangınlar, aşırı sıcaklar, seller, kasırgalarla boğuştuğu, üzerine herkesin yemekle ilişkisini değiştiren pandemiye kadar.
İklim etkisi
Gıdanın iklime etkisi söz konusu olduğunda neden sonuç ilişkisi kafamızda tam oturmuyor. Global gıda üretimi, insan eliyle gerçekleşen ısınmanın üçte birinden sorumlu. Peki nasıl?
Aslında her şey birbiriyle bağlı. Her şeyden önce, yediğiniz şey, bir zamanlar orman olan bir alanda yetişiyor. Eskiden orman olan alanda artık insanlığı beslemek için üretim yapılıyor.
Bu bir hayvansa çiftlik, bitkiyse tarla. Bu ürün için su harcanıyor. Genelde gübreyle büyütülüyor. Gübre üretmek için nitrojen gerekiyor. Gübre eklenmiş toprak bir sera gazı olan azot oksit yayıyor. Sonra o ürünler yola çıkıyor. Bazen uçaklar, bazen kara yoluyla taşınıyor. Bazen de gemilerle. İşlenmiş bir gıdaysa, fabrikaya gidiyor. O fabrika, elektrikle çalışıyor. Elektrik, fosil yakıtlardan elde ediliyor.
Değilse markete gidene kadar yolda çürüyor, markette satın alınmaz diye yamuk yumuksa atılıyor. Yeterince güzel olanlar markete, restoranlara, evlere gidiyor. İyi ihtimalle, üçte ikisi yeniyor. Üçte biri çöpe gidiyor.
Gelelim detaylara. Tarım makinelerinin kullanımı, gübre, üretilen gıdanın nakliyesi gibi süreçler de gıda üretimine dahil. Gıda üretimi, toplamda yılda 17,3 milyar ton sera gazı emisyonuna neden oluyor. Bu, toplam yıllık sera gazı salımının yüzde 35’i ve karşılaştırabilmeniz için, bu miktar ABD’nin sera gazı salımının iki katına denk geliyor.
Hayvansal gıdalar özellikle de et ve süt ürünleri, toplam sera gazı emisyonunun yüzde 14,5’inden sorumlu. Et, tüm gıda üretiminin toplam sera gazı emisyonunun yüzde 60’ından sorumlu. Bitki bazlı gıdaların yarattığı kirliliğin ise iki katına neden oluyor.
Nasıl mı?
Hayvanları yetiştirmek ve onları besleyecek yemleri yetiştirmek için orman alanları yok ediliyor. O yemler için gübre kullanılıyor ve elbette su harcanıyor. Bu esnada ineklerin dışkıları ve gazları metan gazı salımına neden oluyor. Buna ithalat, ulaşım gibi kalemleri de eklediğinizde, gezegene maliyeti gezegeni doyurmaya yetmiyor. Bir kilo et 70 kg sera gazı emisyonuna, 1 kg buğday ise, 2,5 kg emisyona neden oluyor.
Bilim insanları gezegeni düşünen iklim dostu beslenmenin hayvansal gıdayı azaltmak ya da tamamen bırakmaktan geçtiğini söylüyor. Hayvansal ürün dediğimizde aklımıza et geliyor. Ancak işin içinde tavuk, balık, peynir, yoğurt ve süt de var. Mesela 1 kg peynir, 12 kg karbondioksit eşdeğeri.
Elbette burada coğrafya ve ekonomi meselesini atlamamak lazım. Bu yazıyı yazarken okuduğum kitap, makale ya da raporların büyük bir kısmı yurt dışı kaynaklı. Ve Amerika’daki et tüketimi ve endüstriyel hayvancılıkla, Türkiye’deki et tüketimini bir tutmak büyük bir hata. Son birkaç yılda örneklerini gördüğümüz “Steakhouse” gibi dana eti yenen restoranlar da ithal bir moda. Dönüp en eski tariflere baktığımızda, etin çok da başrolde olmadığını görebiliyoruz. Bir yandan pahalılığı da düşününce Türkiye’nin gıda kaynaklı karbon emisyonu nereden geliyor diye düşüneceksinizdir.
Cevap basit: Aşırı kimyasal gübre kullanımı, sulama yöntemleri, sera yetiştiriciliği ve elbette ithalat. Türkiye’nin tarım biyolojik kapasitesinin yaklaşık yüzde 20’si yurt dışından tedarik ediliyor. Buğday, soya fasulyesi, ayçiçek yağı başta olmak üzere pek çok ürün ithal ediliyor. Türkiye Gıda ve İçecek Sanayii Dernekleri Federasyonu 2020’de bitkisel yağ, un, baklagil, pirinç değirmenciliği ve şeker ve şekerli mamuller sektörlerinin ithalatının arttığını açıkladı.
Yerellik meselesi
Belki de gıdanın ekolojik ayak izinin en önemli meselesi yerel üretimi tercih etmek ve desteklemek.
Tabağınızdaki yemek, sizin ömür boyu gezdiğiniz ülkelerden daha çok seyahat etmemiş olsun. Mümkünse en yakından gelsin, değilse en azından Türkiye’de üretilmiş olsun. Ege’de, Hatay’da üretilen şahane zeytinyağları varken İtalyan zeytinyağı almayın yani. Dolmalık biberimiz Kaliforniya’dan gelmemiş olsun.
Halihazırda “moda” olan bazı gıdaların yetiştirilmesi için ağaçlar kesilip yerine o verimli alanı bir monokültür vahasına dönüştüren devasa miktarda aynı ürün ekiliyor. Bir zamanlar mısır, soya, şimdilerde avokado, badem… Badem sütüne meraklıysanız, ithal olandansa burada üretilmiş olsun. Avokado alıyorsanız, Peru’dan geleni değil, Antalya’da yetişeni tercih edin. Avokadonun çevreye zararını fark eden şefler, avokadodan vazgeçmeye başladı bile.
Michael Pollan, “Food Rules” (Yemek Kuralları) kitabında şöyle diyor: “Büyük büyük anneannenizin yemek olarak tanımayacağı şeyleri yemeyin.” Abartılı geliyor ancak yerel beslenmeyi odağa alarak düşününce, mantıklı.
Bu arada, tüm bitkiler masum değil. Yani onlar masum da insan değil. Örneğin bir kilo organik domates, 0,4 kg, Serada yetişen domatesinki ortalama 9.1 kg, her mevsim bulunabilen çeri domates ise 50 kg karbondioksit salımına neden oluyor. İşte mevsiminde beslenmenin önemi de böyle anlaşılıyor. Kış ortasında çileğe, domatese ihtiyacımız var mı gerçekten? Meşhur masalda karısının canı çilek çektiği için cadıyla pazarlığa oturan adamın akıbetini düşünün… Minik bir örnek. Mevsiminde yetişen ve ithal olmayan bir sepet çilek 150 gram karbondioksit eşdeğeriyken sera veya ithal çileğininki 1,8 kilo.
Ekolojik ayak izi nasıl hesaplanır?
Pirinç, bakliyatlar arasındaki en yüksek karbon ayak izi olan ürün. Dünyada gıda enerjisinin yüzde 20’si pirinçten geliyor, küresel ayak izini yüzde 3,5’inin sebebi. Bir kilo pirinç, yarım litre dizel yakıt yakmaktan daha büyük bir karbon salımına sahip. Çünkü, çeltik alanlarındaki balçıktan baloncuklar halinde metan gazı salınıyor. 1 kg pirincin ortalama karbondioksit eş değeri 4 kg. Gübreyle beraber hesaplandığında ise 6kg.
Peki ne yapabiliriz?
“Ben tek başıma ne yapabilirim” diye soracak olursanız, Türkiye’nin toplam karbon ayak izinin yüzde 82’sinin bireysel, bunun da yüzde 52’sinin gıdadan kaynaklandığı bilgisiyle başlayabiliriz.
Yaptığımız tercihlerin arkasını düşünmekle başlayabiliriz. Markette kolayca buluyor olmamız, onların aynı kolaylıkta üretildiği ya da evimize kolayca ulaştığı anlamına gelmiyor.
Etiket okuyabiliriz: Nerede üretilmiş, uzaktan mı gelmiş merak edebiliriz.
Yerel üreticiyi bulmaya çalışabiliriz. Yerel üreticiden almaya dikkat edebiliriz.
Organik ürünler pahalı. Doğru. Burada iki yol var: Biri Buğday Derneği’nin Zehirsiz Sofralar girişimi gibi hareketleri destekleyerek organik tarımı talep etmek. Diğeri de, az almak. İnanın üç portakal aldığınız için hiçbir pazarcı sizi kınamıyor.
Gıdanın adil bir şekilde dünyaya dağıtıldığı bir ihtimalde, ne ömrünü çöpte nihayetlendirsin diye mebzul miktarda gıda üretilir, ne de orman arazileri tarlalara dönüşürdü. Hepsi insanın yetinmeyi bilmemesinden… Biz bilelim.
Not: Ekolojik ayak izi ile ilgili size şu kitapları önerebilirim:
Muz Ne Kadar Kötüdür?, Mike Berners-Lee, Yeni İnsan Yayınevi
Bu Bizim Havamız: Gezegeni Kurtarmak Kahvaltıyla Başlar, Jonathan Safran Foer, Siren Kitap
Food Rules, Michael Pollan