Bu kişisel bir yazı olacak. Bir dert yazısı.
Ama neredeyse herkesin bu dertten mustarip olduğundan eminim. Kişiselden öte toplumsal bir dert bu; modern bir dert.
Dert dediğime de bakmayın; bu, aslında (kısmen) bir tür şımarıklık. Bugünün dünyasının ürettiği bazı iç bulantılarına dert diyoruz. Ağız alışkanlığı işte.
Şımarıklık, bulantı ya da dert; yine de önemli bir mesele.
Seçim yapmakla ilgili bir meselemiz var.
Seçeneklerin içinde kayboluyoruz. Nasıl kaybolduğumuzu daha birkaç yıl öncesine kadar Netflix ile sembolize ediyorduk. Bir Netflix yorgunluğu yaşıyorduk. Seçmenin zorluğu en çok bu ‘yeni’ yayın platformunda anlamını buluyordu. Yüzlerce film, dizi arasından hangisini seçeceğiz?
Elimizde kumanda bir o resmin, bir bu resmin üzerinde oyalanıyorduk. Hiçbir şey seyretmeden koltuktan kalkıyorduk bazen. Ruhumuz yoruluyordu.
O kadar durgunlaşmıştık ki, Netflix’in kendisi “Oynat bir şeyler de neşemizi bulalım” (Play something) önerisiyle çıkageldi.
Ama yetmiyor. Artık başka platformlar da var. Yerli, yabancı. Netflix eskidi, seçenekler çoğaldı. Bir şeyi seyrettiğimiz zaman 100 ayrı başka şeyi de seyretmemiş oluyoruz. Her şeyde böyle. Gerçekten izlemek, dinlemek, okumak istediğimizi seçtik mi, hata mı yaptık, vaktimizi kötü mü kullandık?
Şu hayatın hakkını veremedik mi?
Daha da çok zorlanacağız. Çünkü seçenekler artıyor. Okuyacak kitaplar… Posta kutusunda biriken ‘newsletter’lar… Gelmiş geçmiş bütün müzik albümleri. Filmler, diziler.
Önümüzde bol seçenek olması, imkân içinde yüzmek her halükârda iyi midir?
Amerikan psikolog Barry Schwartz çok net bir şekilde ortaya koymuş: Seçenek çokluğu insanı strese sokuyor.
Schwartz’ın çığır açan kitabına da ismini verdiği üzere, “Seçim paradoksu” deniyor buna. Herhangi bir şeyi, örneğin bir ürünü, birçok başka ürün arasından seçmek bizi özelikle mutlu kılmıyor. Bilakis, huzursuz ediyor.
Schwartz, “Çok görünen azdır aslında” diyor. Seçim paradoksunun temelinde bu düstur var: İş yaşamında, kariyer seçiminde, kişisel ihtiyaçlarda, yani seçim yaptığımız her alanda fazla seçenek bize iki yönden zarar veriyor. Birincisi, paralize oluyoruz; kafamız karışıyor, boğuluyoruz. İkincisi, verdiğimiz karardan tatmin olmuyoruz; neyi seçersek seçelim aklımız diğerlerinde kalıyor.
İyi de buna nasıl karşı koyacağız?
Yazının henüz başında, “mesele toplumsal ama bu kişisel bir yazı” demiştim. Eh, bu tür konularda direniş de herkesin kendi deneyimiyle ilgili. Yine de bazı ana hatlar var. O hatta kalmaya çalışarak, kendimden yola çıkarak bazı mücadele yollarından bahsedeceğim.
Ben haftalık haber dergilerinde çalıştım. Sonra da yine benzer bir işte, gazetelerin haftasonu eklerinde görev yaptım. Bu yayınlar obsesif bir şekilde “yeni” ile ilgilenir. Doğal olarak ben de “yeni neler olup bitiyor”u düzenli takip ettim. Şimdi herhangi bir yazıişleri masasında oturmadığım için bu takibe ihtiyacım yok ama sanırım zehir kanıma bir şekilde karışmış olduğundan yine de bir şekilde öğreniyorum. Zihnimde sayısız dizi, sayısız albüm, sayısız kitap var. İlla hepsini okumadığım ama bir şekilde haberdar olduğum eserler, işler…
Ama zamanım yok.
Peki ben ne yapıyorum?
Schwartz’ın “Çok görünen aslında azdır” dediğini hatırlayın. Buna göre “az” da aslında “çok” olabilir mi? Denemeye değer.
Her sabah eski usul gazete okuyorum. Bütün gazetelerin manşetlerini değil, temel olarak bir gazeteyi. Sadece en çok ilgilendiğim haberlerini değil. Ivır zıvırını da. Basılı gazetelerde bir köşe yazısı okuduğunuzda onun yanıbaşındaki alakasız bir habere de gözünüz takılırdı ve o tesadüfi haber günlük bilginizin bir parçası olurdu. Bunlar benim günümü zenginleştiriyor. Onlarca farklı haberi bölük pörçük okuduğum günlerde ise bu açıdan fakirleştiğimi hissediyorum.
Bir başka sebep de şu: Bazı zevkler dijitalleşmiyor.
Ayrıca basılı gazete, The Atlantic’te Andrew Ferguson’ın yazdığı üzere, sosyal medyadaki zaman ve seçenek baskısını kırıyor. Bir ekran bugün her şeydir: Haberlerdir, dizilerdir, müziktir, sosyal medyadır ve son dakikadır. Ama bir basılı gazete, sadece bir basılı gazetedir. Kendiyle sınırlıdır. Siyasetçiler, futbolcular, haber kişileri zamanda donmuş gibidir. Bir gün boyunca öylece kalırlar. Hayatın gidişatına karışamazlar.
Bana kalırsa, meselelerin yüzde 99’u yarına kadar bekleyebilir zaten. Kalan yüzde 1 ise bir şekilde zaten kulağınıza gelir. Siz bunu istemeseniz de.
Podcast’ler. O kadar çoklar ve güzeller ki. Filmler. Diziler. Müthiş bir sel… Hepsini istiyor insan.
Kimseye “Her şeyi seyretmeyin, dinlemeyin” diyecek halim yok. Ama uzun soluklu, sezonlara yayılan bir podcast’i yavaş yavaş dinleyip bitirmenin hazzı da az şeyde var. Örneğin radyo yayıncısı Şenol Ayla ile artık aramızda olmayan psikiyatr Serol Teber’in o güzeller güzeli radyo monografisi ‘Didik Didik Freud’u yavaş yavaş, sindire sindire dinleyip bitirmenin hazzı…
İşte benim formülüm bu: “Ne var ne yok” diye pek karıştırmadan, karıştırırsam hiç bir şeyi tam olarak dinleyemeyeceğimi de bilerek, elimdekini tüketiyorum. Bir iki çok bölümlü, çok sezonlu podcast’im var; onları bitirmeye çalışıyorum. Örnekse, insan davranışına yön veren ‘görünmez’ güçleri araştıran ‘Invisibilia.’
Bir iki güncel podcast’ın da her bölümünü takip ediyorum. (Özgür Mumcu ve Eray Özer’in Yeni Haller’i, Ümit Alan ve Can Öz’ün ‘Yeni Medya 451’i).
Diziler, filmler de aynı şekilde. Bir dolu şeyi aynı anda, yan yana, alt alta üst üste zihnimde biriktirmemeye çalışıyorum. Bunlar bitince de görüşlerine güvendiğim bir iki kişinin önerdiklerini izlemeye, dinlemeye başlıyorum. Eh, kendim de kendi zevklerimi tanıdığımdan neyi seçmem gerektiğini içgüdüyle de buluyorum. Hepsi bu. Bende işe yarıyor.
Bol seçeneğin tam ters istikameti: Yaptığım şeyleri tekrarlıyorum. Tekrar okuyorum. Tekrar dinliyorum. Tekrar seyrediyorum. Bazılarına belki sıkıcı gelir ama bana gelmiyor. Aslında bu üzerinde epey düşünülmüş bir konu. ‘Hardcore’ eğitimcilerin de kişisel gelişimcilerin de favorilerinden. “Tekrarın gücü” başlığıyla her mecrada bulabilirsiniz. Tekrarın gücü basitliğinde. Defalarca işittiğiniz bir mesaj zihninize daha iyi yerleşiyor. İsteyen bunu, çalışma düsturu olarak da kullanır. Tekrarı bir ‘öğrenme tekniği’ haline getirenler de çok. Özellikle hafızayı beslemek için kullanılan ‘aralıklı tekrar’ popülerleşen bir teknik.
Bende başka türlü işliyor. Defalarca okuduklarım, seyrettiklerim, dinlediklerim benimle kalıyor. Bunların çok üstün yapıtlar olmasına gerek yok. Sulu komediler, yüzeysel pop şarkıları… Kişisel tarihimde bir referans noktası, bir bağlam üretmesi yeterli. Böyle olunca tatmin ediyor, mutluluk veriyor.
Kitap okuma sitelerinde üye biyografilerine baktığınızda, alttan alta bir rekabetin sürdüğünü görürsünüz (Şu kadar yıldır üye, şu kadar kitap okudu). İsteyen istediğini okusun (bunları yazmama rağmen, ben de epey okuyorum) ama bunca yıl içinde şunu da öğrendim artık. Bazı kitaplar, bazı makaleler ancak tekrar okuyunca sizin oluyor. Bağlamı ancak o zaman öğreniyorsunuz.
Ama esas soru bu değil mi? Okuduklarımızı neden okuyoruz, seyrettiklerimizi neden seyrediyoruz; nihayet, seçtiklerimizi neden seçiyoruz? Keyif almak, mutlu olmak, öğrenmek, merak gidermek ne derseniz deyin; bir noktada tüm bunlar kendi hayatlarımız için birer referans noktasına dönüşüyor. Olabildiğince çok referans noktası bulmaya çalışıyoruz; çünkü sosyal medyayla beraber hayatlarımıza çok insan girdi ve herkes bir şeyden bahsediyor. Onlar söyledikçe biz eksik kalıyoruz.
Ne kadar çok tüketirseniz tüketin, bu eksiklik hissi hiç gitmeyecek.
Bir başka yöntem de insanın seçtiğinin üstüne konuşması. Neyse ki sosyal medyada bu açıdan sıkıntı yok! Ama sadece bir iki tweet atmaktan bahsetmiyorum. İnsanın okuduğunu anlatması, anlatarak bağlar kurması da bir ihtiyaç örneğin. Bu sayede okumaya ayrılan vakit de okunan kitap da (kötü çıksa bile) daha çok değer kazanıyor. Ben okuduklarım üstüne yazmayı tercih ediyorum ama daha doğrudan yollar da var; yüzlerce yıllık kitap kulübü formülü boşuna ortaya çıkmış olamaz.
Unutmadan söylemeli: Eskiler “tefekkür” derler; derin düşünmek anlamına gelir. Sözcüğün kendisi gibi, nitelediği eylem de ortadan kaybolduğu için bocalıyoruz. Tefekkür, yani insanın kendi hayatı ve seçimleri üzerine yaptığı analizin bir yan ürünü de yazmaktı. Günlük yazmak, mektuplar… İnsanlar bu yazılarında doğal olarak başkalarına (veya kendilerine) neyi neden yaptıklarını anlatıyor, bu sayede de kendi hayatlarını tüm seçimleriyle birlikte daha değerli kılıyor ve tatmin oluyorlardı. Yiğit Ahmet Kurt’un şu makalesine bir göz atın ve herhangi bir tercihinizi kendinize veya bir başkasına en son ne zaman tüm detaylarıyla (ve çıplaklığıyla) anlattığınızı hatırlamaya çalışın.
Çok insan tanıyoruz; eskisine göre çok daha fazla. Çok insan çok söz getiriyor; çok söz de çok seçenek. Ama buradan da “Hayatınızda fazla yer kaplayan insanları” eleyin gibi bir yere çıkalım istemiyorum. Bilakis, bence böyle şeyler yapmayın. İnsanlar elenmeyecek, üstleri çizilmeyecek, bir çırpıda silinmeyecek kadar değerlidir. Ama şu var: Sizin olana, kendi eşinize dostunuza sahip çıkın; kalabalığın gürültüsünde onları kaybetmeyin, derim. Ben kendi adıma, sosyal medyada listeler üzerinden yakınlarımı takip ediyorum; onların yazıp çizdiklerini, söylediklerini, önerdiklerini okuyorum.
Hem böylece FOMO’ya (Fear of Missing Out/Bir Şeyleri Kaçırıyor Olma Korkusu) kapılıp yılgınlığa düşmezsiniz. Zira FOMO seçim paradoksunun en büyük tetikçilerinden biri. Yüzlerce insanın sesi sözü gürültüsü de FOMO’nun tetikçisi.
Seçim Paradoksu’nun yazarı Barry Schwartz “Rasyonel olsaydık, fazla seçenek bizi daha iyi bir toplum kılardı” diyor: “Ama bu empirik olarak doğru değil.”
Schwartz’ın verdiği güzel bir örnek var. Gurme yemeklerin satıldığı bir dükkânda, ellerine indirim kuponu verilen iki ayrı müşteri grubu için iki ayrı reçel rafı kurulmuş. Birinci gruptakiler 24 değişik reçel kavanozuyla karşılaşırken, ikinci gruptakilere altı ürün sunulmuş. Alışveriş yaptıkları takdirde indirimden de yararlanabileceklermiş. Netice: Az ürünle karşılaşanların yüzde 30’u, çok ürünle karşılaşanların yüzde 3’ü reçel almış.
Bir başka netice: Kendinizi de seçimlerinizi de çok umursamayın. Bizim rasyonelliğimiz işte bu kadar.
Bu seçim meselesi üzerine bizde Metis’in bastığı nefis bir kitap var: Sloven düşünür Renata Salecl’dan “Seçme İkilemi.” Salecl eserinde, bugün ‘hayati’ görünen birçok seçimi bize sistemin dayattığını söylüyor. Salecl’a göre kapitalizm hayatın ancak doğru olanı seçerek doğru yaşanabileceği illüzyonunu üretiyor ve bunun için bize bir dizi anlamsız seçenek sunuyor.
Sahi, doğru hayat hiç seçilir mi?
Neyse ki sistem, bazen kendi acı ilacının tadına da bakıyor. Netflix ile açmıştık, onunla kapatalım. Platform bu sene itibariyle yıllar sonra ilk defa gelir kaybetmeye başladı. Neden mi? Seçim yorgunluğumuz, platformdan yüz çevirme sebebimiz olabilirmiş. Bize bu yorgunluğu yaşatanların da artık çözümün parçası olmaları gerekiyor. Yoksa hep beraber batacağız.
Tabii bütün bunların dışında durmayı da seçebiliriz.